Hayvansal ya da Bitkisel
Kökenli Bazı Değerli Maddeler
Elemanlarının tamamı organik kökenli maddelerden oluşan bu grup, özellikleri gereği mineral ya da kaya tanımlaması içine dahil edilememektedir. Değerli kabul edilen ve görünümlerine bakılarak çoğu zaman ‘taş’ zannedilen bu maddelerden, takı taşı, süs eşyası, hediyelikler ve bazı kullanım eşyaları yapılmaktadır. Hayatın çeşitli alanlarında rastladığımız bu maddeleri kısaca tanıtmak istiyoruz.
Bazı kaynaklarda ‘kehlibar’ şeklinde yazıldığı görülmektedir. Amber adlandırması ise kehribarla eş anlamlıdır. Daha doğrusu amber kelimesi, kehribarın İngilizcesidir. Kehribar kelimesinin kökeni Farsça ‘kah-ı rüba’ kelimesinden gelmektedir. Farsça bu kelime ‘saman çeken’ anlamındadır. Kehribar bir kumaş parçasına sürtülüp elektriklendirildikten sonra, saman parçalarına ya da küçük kağıt parçalarına yaklaştırılırsa mıknatıs gibi bunları çeker. Renk olarak genellikle sarının bütün tonlarında karşımıza çıkabilir. Saydam ya da yarı saydam yapıdadır. İçinde bulunan hava kabarcıkları nedeniyle kirli denebilecek bir görünümü vardır. Turuncu, kahverengi ve nadir olarak kırmızıya yakın tonlarda görülür. Süt beyazı ve siyah renkli olanları da bulunmaktadır. Süt beyazı renkte olanına ‘kemik kehribar’, siyah olanına ‘kara kehribar’ (İng. jet) denilmektedir. Kehribar, oldukça yumuşak ve kırılgandır, sertlik derecesi 2 ile 2.5 arasında değişmektedir. Doğada damlacıklar, düzensiz yumrular ya da çubuklar halinde bulunmaktadır.
Çoğunlukla taş zannedilen kehribar, aslında çam ağaçların fosilleşmiş (taşlaşmış) reçinesidir. Günümüzde artık var olmayan bazı çam ağaçlarının reçinelerinin toprak altında kaldıktan sonra uçucu bileşenlerini yitirip kimyasal değişikliğe uğramaları sonrasında oluşmuştur. Eski devirlerden beri taş olduğu düşünülen kehribarın ilk kez 1767 yılında bitki kökenli olduğu ileri sürülmüştür. 1811 yılında Schweizer adlı bir araştırmacı ise, kehribarın fosil niteliğini saptamıştır. Bunları izleyen araştırmalar sonrası, kehribarın üçüncü zamanda (günümüzden yaklaşık 50 milyon yıl önce) yaşamış çam ağaçlarının fosilleşmiş reçineleri olduğu kesinlik kazanmıştır. Bazı kehribarların içinde küçük böcek ve sinek gibi hayvanların kalıntılarına rastlanmaktadır. Bunlar reçinenin oluşumu sırasında üzerine yapışarak hapsolmuş hayvanlardır. Bu tür kehribarlar değerli taşlarla ilgilenenler kadar bilim insanları için de önemlidir. Kehribar bu özellikleri ile bilimsel araştırmaların da konusu olmuştur ve geçmiş yaşama ilişkin önemli bilgileri edinmemizi sağlamıştır. Kehribara dünyanın hemen her yerinde rastlanmaktadır. En zengin kehribar yataklarının Almanya’nın kuzeyinde Baltık Denizi kıyılarında ve Birmanya’da olduğu bilinmektedir. Kehribar eski çağlardan beri değer verilen bir ‘taş’ olmuştur. Antik Yunan efsanelerinde kehribarın oluşumu ile ilgili ilginç bir anlatım vardır. Güneş tanrısı Helios’un oğlu Phaeton, bir nedenle Zeus tarafından cezalandırılır. Bu olaya çok üzülen Phaeton’un kız kardeşleri sürekli ağlamaya başlarlar. Bunun üzerine Zeus sinirlenir ve onları da bir ağaca dönüştürür. İnsanlar sonradan bu ağacın gözyaşına benzer damlalar dökmeye başladığına şahit olurlar. Bu ağaçtan dökülen damların kehribara dönüştüğü söylenmektedir.
Kehribar Osmanlı döneminde çeşitli süs eşyaları, tespih, sigara ağızlığı, nargile marpucu, pipo ve takı yapımında kullanılmıştır. Günümüzde daha çok çeşitli takılarda kullanılmaktadır. Kehribar zor bulunan bir ‘taş’ olduğundan sentetik olarak üretilme yoluna da gidilmiştir. Bunlar plastik benzeri maddelerden üretilmekle birlikte gerçeğine oldukça benzerler. Uzman olmayan kişilerin ayırabilmesi kolay değildir. Bu konuda kullanılan yöntem, bir iğnenin ateşte kızdırıldıktan sonra kehribara batırılması ve çıkardığı kokunun koklanması şeklindedir. Kehribar gerçekse reçine kokusu benzeri güzel sayılabilecek bir koku çıkartır. Sahte ise çıkan koku yanmış plastik benzeri kötü bir kokudur. Sentetik kehribar üretmenin bir yolu da genellikle küçük ya da toz haline gelmiş kehribar parçalarının basınç altında sıkıştırılması yöntemidir. Bu tür kehribarlar için ‘sıkma kehribar’ tabiri kullanılır. Sıkma kehribar ile gerçek kehribarı ayırt etmek için kehribarın birbirine paralel şeritler içerip içermediğine bakılmalıdır. Şeritli bir yapılanma varsa bu kehribar sıkma kehribardır.
Ülkemizde Erzurum’a bağlı Oltu ilçesinde çıkartılmaktadır. Bu nedenle ‘Oltu Taşı’ adıyla bilinmektedir. Koyu siyah renkli ve mat yapılıdır. Yapısı, % 80 oranında karbon içermektedir. Oltu taşı, jeologların Tebeşir Dönemi (Kretase) olarak adlandırdıkları günümüzden 136-65 milyon yıl öncesi yaşamış reçineli ağaçların fosilleşmiş (kömürleşmiş) bir biçimidir. Kaynaklarda siyah renkli, parlak, yoğun ve homojen yapılı bir tür linyit olarak tanımlanmaktadır. Sertlik derecesi 3 olarak belirlenmiştir. Kolayca işlenebilir ve parlatılabilir olduğundan boncuk, küpe, tespih, ağızlık, pipo ve küçük hediyelik eşya yapımında kullanılmıştır. Günümüzde de değer verilen bir taştır. Oltu taşı Anadolu’da eskiden beri ‘kara kehribar’ olarak adlandırılmaktadır. Kehribar ve Oltu taşının farklı yapısal özellikler taşıdığı göz önüne alındığında bu adlandırmanın doğruluğu tartışılabilir. Oltu taşı ve kehribar aynı dönemde aynı ağaç türünün fosilleşmiş ürünleridir. Bu anlamda Oltu taşına ‘kara kehribar’ demek kısmen doğrudur. Ancak dikkat edilmesi gereken konu, kehribarın ağacın reçinesinin fosili, Oltu taşının ise ağacın kendisinin fosili olduğudur.
Mercan, denizlerde yaşayan farklı türden deniz omurgasızlarına verilen ortak isimdir. Daha çok tropik iklim kuşağında ve sığ denizlerde koloniler halinde yaşayan mercanlar, ağaç benzeri dallı yapılar oluşturdukları için eskiden bitki sanılmışlardır. 18. yüzyıla kadar bu düşünce varlığını korumuştur. Oysa bunlar salgıladıkları kalsiyum karbonat iskelet üzerinde yaşayan basit omurgasız hayvanlardır. Mercan iskeletleri beyaz renktedir. Denizden çıkartıldıklarında renk değiştirir ve zamanla daha da katılaşırlar. İçlerinde kızıl mercan adı verilen bir türü parlaklığı ve güzel rengi nedeniyle değerli taş olarak kullanılmaktadır. Bu mercan türü hava ile temas ettiğinde mercan rengi olarak da adlandırılan tatlı kırmızı bir renk alır. Eski devirlerde özellikle Akdeniz’de kızıl mercan ticareti oldukça canlı bir ekonomi oluşturmuştur. Günümüzde de mercanın orijinal kırmızı renkte olanları daha değerli kabul edilmektedir. Soluk kırmızılar, pembemsi olanlar, lekeli ve pürüzlü olanlar makbul kabul edilmezler. Mercanın Osmanlı döneminde tespih, kahve kaşığı, küçük kutular ve fincan gibi malzemelerin yapımında kullanıldığı görülmektedir. II. Abdülhamid’e hediye edilmiş olan bir baston, denize düşmüş bir tüfek namlusuna dolanmış mercandan yapılmıştır. Günümüzde daha çok takı taşı olarak kullanılmaktadır.
İnci, denizlerde ya da nehirlerde yaşayan sedef üretebilen midye, istiridye gibi bazı kabuklu deniz hayvanları tarafından yapılan organik bir maddedir. Bazen kabuklu hayvanın içine kum tanesi, parazit veya ona benzer yabancı bir madde girebilir. Bu durumda hayvan bu yabancı maddeyi etkisizleştirebilmek için kabuğunun içini kaplayan sedef maddesini yeniden üretmeye başlar. Yabancı maddenin etrafı yavaş yavaş sedef ile örülür. Belli bir zaman sonra kabuklu hayvanın içinde inci adını verdiğimiz değerli taş oluşmuş olur. İnciyi oluşturan sedefin başlıca bileşeni aragonit yani kalsiyum karbonattır. Her istiridye ya da midye inci üretemez. İnci üreten türler sınırlıdır. Bu türler arasında ürettiği incileri kalitesiyle tanınan Pinctada martensii istiridyesi dünyaca ünlüdür. Bu tür istiridyenin en çok görüldüğü bölgeler, Basra körfezi ve çevresindeki denizlerdir.
İncinin rengi istiridyenin cinsine, suyun içerdiği tuzun niteliğine, suyun derinlik ve ısı derecesine yakından bağlıdır. İnci genellikle beyaz, krem, fildişi, pembe ya da açık gül renginde, mavimsi hatta siyah olabilmektedir. Bunların içinde beyaz ve pembemsi renklerde olanlar en çok arananlar arasındadır. Siyah inciler ise çok az bulunduklarından ayrı bir değer taşırlar. İnci en çok kolye (gerdanlık) ve küpe yapımında kullanılmaktadır. Birçok kadın için yarattığı ihtişam ve zariflik nedeniyle vazgeçilmez takılar arasında yer almaktadır. İncinin kendine özgü özel bir parlaklığı ve gösterişi vardır. Cam kürelerin üzeri doğu esansı denen yapışkan bir madde ile sıvanarak yapılan sahte incilerde bu parlaklığı görebilmek mümkün olmaz. Pahalı ve az bulunan bir taş olması ‘kültür incisi’ adı verilen yeni bir üretim alanının doğmasına neden olmuştur. Deniz içine kurulan üretim çiftliklerde istiridyelerin içine küçük sedef parçaları koyularak istiridyenin inci üretmesi sağlanmaktadır. Bu yöntemle bir istiridyeden 3 ile 5 yıl arasında bir inci alabilmek mümkün olmaktadır. Bu şekilde üretilen inciler çok ucuza mal olmakta ve gerçeklerinden ayırt edilememektedir. Japonya’da kültür incisi üretimi, önemli bir ekonomik sektördür.
Sıcak denizlerde yaşayan midye ve istiridye gibi kabuklu deniz hayvanlarının kabuklarının içindeki renkli ve parlak maddeye sedef adı verilmektedir. Bazı istiridye türlerinde inci oluşmasını da sağlayan sedefin başlıca bileşeni aragonit yani kalsiyum karbonattır. Sedef ayrıca az miktarda konkhiyolin de içermektedir. Kabuktan tabaka halinde çıkarılan sedef, beyaz ve kremimsi bir renkte olur. En önemli özelliği ışığı çözümlemesi ve gökkuşağı renklerine ayırmasıdır. Yanardönerlik ya da janjan adı verilen bu özellik sedefin aranılan bir madde olmasını sağlamıştır. Osmanlı döneminde yaygın olarak kullanılan sedeften, tespih, tütün tablası ve düğme gibi eşyalar yapılmıştır. ‘Sedefkarlık’ ya da ‘sedef kakmacılığı’ adı verilen sanat dalı ise, ahşap üzerine sedefle süslemeler yapma tekniği olarak tanımlanabilir. Osmanlı döneminde sedefkarlık bir hayli gelişmiş ve kapı kanatları, kepenkler, kürsü, minber, rahle ve çeşitli mobilyalar gibi güzel örnekler üretilmiştir. Günümüzde sedef eski önemini kaybetmekle birlikte takı ve süsleme objesi olarak yaygın bir kullanıma sahiptir.
Fillerin uzun ön savunma dişleri, İlkçağdan bu yana çeşitli toplumlarca süs eşyası yapımında kullanılmıştır. Eskiden Japonya ve Çin'de yapılan fildişi heykelciklerin ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Osmanlı toplumunda fildişinden tarak, ağızlık, bilezik, kitap kapağı süsleri, kılıç kabzaları ve satranç taşları yapılmıştır. Son yıllara kadar bilardo topundan piyano tuşuna ve düğmelere kadar çeşitli eşyalar hep fildişinden üretiliyordu. Plastik benzeri maddelerin yaygınlaşmasıyla fildişi kullanımı büyük oranda azaldı. Fildişi günümüzde ağırlıklı olarak hediyelik eşya, süs eşyası, biblo vb yapımında kullanılmaktadır. Bu amaçla kullanılacak olanların çatlak olmamasına dikkat edilir. Fildişi eşya tüketilirken Afrika’da kaçak avcılık yüzünden fil soyunun tehlike altında olduğu unutulmamalıdır. Fildişinin kemik tozları sıkıştırılarak sahtesinin yapılmış olması bir anlamda sevindiricidir.
Kuka ağacı, tropik iklim kuşağında yer alan Hindistan, Endonezya ve Seylan gibi ülkelerde yetiştirilen bir tür hindistancevizi ağacıdır. Palmiyegiller (Arecaceae) familyasındandır. Meyveleri Hindistan cevizine benzer ancak kabuk kısmı daha kalın ve serttir. Meyve kısmının yumuşak olan bölümü alındıktan sonra, kalan kısmı tespih yapımında kullanılır. Bu ağaçtan yapılan tespih tanelerinin ‘kuka’ biçimli olması bu tespihlere ‘kuka tespih’ denmesine neden olmuştur. ‘Kuka ağacı’ adlandırması ise, tahminen kuka tesbihlerin yapıldığı ağaç anlamında kullanılmış olmalıdır. Kuka tespihler oldukça sert yapılı olmalarına karşın hafiftirler. Dış etkilere karşı dayanıklı olan kuka tespihler uzun yıllar bozulmadan kullanılabilirler. Kuka tespihlerin önemli bir özelliği kullanıldıkça renginin koyulaşması ve parlaklığının artmasıdır. Babadan oğluna miras bırakılan eşyalar arasında kuka tespihlerin bulunması bundandır. Osmanlı döneminden bu yana ülkemizde en çok aranılan ve kullanılan tespihler arasında yer almışlardır. Kuka tespihlerin günümüzde eski önemini kısmen kaybettiği söylenebilir. Fiyatları piyasada eskiye göre ucuzlamıştır.
Ammonitler, yerküremizin tarihinde Devoniyen ve Kretase olarak bilinen dönemlerde denizlerde yaşamış olan kafadanbacaklılar grubundan canlılardır. Söz konusu dönemler, günümüzden 345 ile 65 milyon yıl öncesi zamana karşılık gelmektedir. Ammonitlerden günümüze ulaşan tek iz fosilleşmiş (taşlaşmış) olan sert kabuklarıdır. Ammonit fosilleri genellikle bir kayanın üzerine yapışmış halde bulunurlar. Sarmal biçimde kıvrılmış olan bu yassı kabuklar günümüz tatlı su salyangozlarının kabuklarına oldukça benzerler. Ancak ammonitlerin kabuklarının içi, odacıklar oluşturacak biçimde bölmelere ayrılmıştır. Bugün bilim insanları bu odacıkların biçimlerine ve geçirdikleri değişikliklerine dayanarak ammonitleri kendi içinde sınıflara (dönemlere) ayırmaktadırlar.
Ammonit fosilleri, içine gömülü oldukları kayalarla aynı maddeden yapılmış gibi görünürler. Jeologlar bu kayaların yaşının saptayabilmek için ammonit fosillerinden yararlanırlar. Bazı ammonit fosilleri sedef gibi parlarlar. Bunun nedeni kabuklarındaki sedef katmanlarının bozulmadan korunması ya da bazı kimyasal maddelerin fosilin içine girmiş olmasıdır. Ammonit fosili oluşumu sırasında tümüyle ufalanıp yok olur ve yerine pirit denen kükürtlü demir minerali dolarsa bu kez bütün fosil altından yapılmış gibi ışıldar. Bu özellikleri nedeni ile bilim insanlarının yanı sıra değerli taşlarla ilgilenen kişilerde ammonit fosillerine ilgi göstermişlerdir. Günümüzde bu fosillerden yapılmış süs eşyalarının yanı sıra, küpe ve kolye gibi takılara da rastlanmaktadır. Bazı değerli taş koleksiyoncuları ise koleksiyonlarında ammonit fosillerinin güzel örneklerine de yer vermektedirler.
Yavuz İşçen / Ankara
Kasım 2011
e.mail: yavuziscen@gmail.com
www.cappadociaexplorer.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder